İnsan hakları ve Türkiye’deki darbe girişimi

Türkiye’de 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimi, ülkenin geleceği için belirsiz sonuçlara sahip.  Ayni zamanda, Türkiye’nin Amerika ve Avrupa ile ilişkileri bağlamında ciddi yankıları olmakla birlikte,  Türkiye ve çevresindeki ülkeler için de çok önemli bir olay. Birçok yorumcu haklı olarak darbe girişimini takiben uygulamaya konulan düzenlemelerin hukukun ustunlugune getireceği risklere işaret etse de, bu yorumlarin  çok azı darbecilerin başarılı bir şekilde mağlup edilmesini insan hakları ve demokrasi adına net bir zafer olarak yorumlamakta. Eğer darbenin Amerika’da sığınma hakkı verilmiş olan bir din adamı tarafından planlandığı suçlamaları Amerika ve Batı hükümetlerince ciddiye alınsaydı, bu hükümetlerin darbe girişimi sonrasındaki aşırıya kaçan uygulamalara dair eleştirileri de daha etkili olabilirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı en sert eleştirenler bu darbeyi, Erdoğan’ın “başkanlık” amacıyla anayasal sistemi çiğnemesine bir tepki olarak gerçekleşen bir “karşı darbe” olduğu iddiasında bulunuyor. Hatta daha da ileri giderek bütün bunların Erdoğan’ın aşırı hırslarını tatmin edebilmesi için gerekli ortamı sağlamak üzere hükümet tarafından planlanmış bir “tiyatro oyunu” olduğunu söyleyenler bile var. Erdoğan’ı destekleyenler için ise bu darbe girişimi, ordu ve MİT dahil Türk bürokrasisinin içinde bulunan, devlete bağlılığı şüpheli ve demokratik süreçleri pas geçerek iktidarı ele geçirmeyi planlayan politik paralel bir yapının varlığının kanitlanmasi oldu.

Ancak bu noktada, AKP’ye aşırı düşmanlık besleyenler dışında, bütün Türk vatandaşları gerçek bir askeri darbe girişimi olduğunu ve engellenmesinin ülke için çok iyi olduğunu düşünüyor.

Ancak Türkiye’de, muhalefetin AKP yönetimi üzerindeki eleştirileri,   Erdoğan’a şüpheyle bakmalari, ve 15 Temmuz öncesindeki kutuplaşmayı da düşünecek olursak, böyle bir sonuc oldukça önemli. Darbe girişiminden sonra üç büyük muhalefet partisi  ortak bir bildiri imzalayıp demokratik süreçler ile hukukun egemenliğine olan inançlarını dile getirdiler. Ardindan, Erdoğan işbirliği ruhunu devam ettirmek adına iki büyük muhalefet partisini toplantı için Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na davet etti. Buradaki en önemli eksik HDP’ nin bu toplantıya davet edilmemesi idi.

Politikacılar arasındaki birlik gösterisi Türk toplumunda oldukca buyuk bir destek goruyor. Erdoğan iktidarına dair endişelere rağmen, darbe girişimcilerinin kaderine pek fazla üzülen olmadı. Çoğunluk, bu kanli darbe  girişiminin Pensilvanya’da münzevi bir hayat yaşayan Müslüman din adamı Fethullah Gülen’in lideri olduğu Hizmet hareketinin yönlendirdiğini kabul ediyor. Yıllardır, bu hareketin kamusal alanda ozellikle Turkiye disinda ılımlı İslam doktrinini savunan, ama mensupları fanatikçe bir sadakat ve gizlilik içinde var olan dini/siyasi bir tarikat olduğunu duymaktaydım.

Bu katılımcı demokrasi ve hukukun egemenliği yönünde çok önemli bir değişimdir.

Bu noktada, Türkiyede’ki politik kültürün 1960, 1971, 1980 ve 1997’de gerçekleşen darbeleri sessizce kabullendiğini söylemek gerekiyor. 2016’da ise vatandaşlar, Erdoğan’ın da desteği ile topluca ve cesurca, askerin yönetimi ele geçirme çabasına karşı geldiler. Bu katılımcı demokrasi ve hukukun egemenliği yönünde çok önemli bir değişimdir.

Gelişmeleri son beş yılda Mısır’da olanlarla karşılaştırmak ilginç olabilir. 2011 yılında Mısır, Arap Dünyası’na, seferber olan bir halkın otokrat ve yozlaşmış bir yönetime nasıl karşı durabileceğini ve saygı duyulmayan bir diktatörün nasıl iktidardan düşürülebileceğini gösterdi. Mübarek rejimine karşı ayaklanma, aslında Mısır silahlı kuvvetlerinin tarafsızlığı ve ülkeye anayasal demokrasi yönünde rehberlik etme sözü sayesinde daha kolay gerçekleşti. Ancak, iki yıl sonra, seçilmiş lider, arkasında halkın da gücü olan bir askeri darbe ile devrildi. Bu gelişmeler Mübarek dönemine göre, Mısır yönetiminin daha da baskıcı ve otoriter bir rejime geçmesi  ile sonuçlandı. Ancak Mısır’ın yaşadığı bu süreç “halkın” tarihsel bir aktör olduğunu vurguladı. Bu da daha önceki yönetim değişikliklerinin, yukarıdan aşağıya gerçekleştiği Orta Doğu siyasetinde bir yeniliktir.

Türkiye’de Erdoğan, politik dehası sayesinde, Türk halkının çoğunluğunun darbe girişimini desteklemektense hükümeti destekleyebileceğini öngörebildi ve öyle de oldu; halk önemli kamusal alanları, özellikle Atatürk Havalimanı’nı, darbecilerin silahlarına karşı silahsız olmalarına rağmen ele geçirdi.


Emrah Gurel/Press Association Images (All rights reserved)

Crowds rally at democracy celebrations following Turkey's abortive coup. While risks remain in the post-coup purges, the coup's failure may signal a step towards the rule of law and democracy.


Darbe girişiminin Türkiye’de demokrasi ve insan haklarına etkisinin ne olacağına dair karmaşık işaretler var. Bir yandan da , Erdoğan, daha kapsayıcı bir politik yaklaşım benimsemiş gibi görünüyor. İfade etmek gerekir ki böyle bir yaklaşımın son yıllarda Türkiye’de eksikliği hissediliyordu. Erdoğan’in, muhalefetin endişelerini göz ardı ettiği ve bu durumu AKP seçmenini öne sürerek meşrulaştırdığı çoğunlukçu demokrasi yaklaşımından uzaklaşması olumlu bir gelişmedir. Buna karşılık darbe girişimine aşırı bir tepki gibi algılanabilecek, bir yandan 15 bin kişinin eğitim kurumlarından uzaklaştırılması; diğer yandan özgür ve muhalif medyanın engellenmesi gibi tercihler pek de umut verici bir tablo çizmiyor. Silahlı kuvvetlerden ve devletin çeşitli kademelerinden yapılan görevden almalardan farklı olarak, özgür toplumun kurumlarında yapılan bu saldırılar, kamusal kurumları tehlikeli ve yıkıcı öğelerden kurtarma amacı ile açıklanamaz.

Darbe girişimi sonrası resmi iyice karmaşık hale getiren başka boyutlar da var; özellikle Türk halkı ve politikacıların, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir şekilde bu girişimin içinde olduğuna dair duygularindan da bahsetmek gerekir. Bu mesele, Fethullah Gülen’in suclularin iadesine iliskin karşılıklı antlaşmalar gereğince iade edilip, böylece idamla da son bulabilecek bir yargı yolunun açılması beklentisi ile sınanıyor. İade meselesi oldukça karmaşık; Gülen’in avukatları çeşitli ihtilafları mutlaka dile getirecektir: adil bir yargılanma süreci olmayacağı, Gülen’in yaptığının “siyasi” olduğu dolayısıyla iade koşullarını yerine getirmediği ve yargı sürecinde idam cezasını geri getirme girişiminin geçmişe etkili olacağı gibi.

İade reddedilirse, Türklerin kızgınlığı artacaktır. 11 Eylül sonrasında, şayet Türkiye, Usame Bin Ladin’e sığınma hakkı sağlasaydı, Amerikalılar nasıl hissedecektiyse, Gülen’e sığınma hakkı sağlamak da Türk kamuoyunda buna benzer duygular yaratıyor. Amerika’nın, Kabil hükümeti El-Kaide’nin bazı liderlerini saklıyor diye Afganistan’a sonuçta rejimini değiştiren bir saldırı düzenlemeyi meşru bulduğunu da hatırlamak gerekir. Eski CİA yöneticisi Graham Fuller’ın Gülen’in yeşil kart başvurusunu onaylayarak, daimi ikametini yasallaştırmış olması ve söylendiğine göre darbe girişiminden kısa bir süre önce Türkiye’deki askeri bölgeleri ziyaret etmiş olmasi, ve 15 Temmuz’da olanlarla ilgili Gülen’in masumiyetini savunan bir makale yayınlamış olması Türklerin bu konudaki şüphelerini artırıyor. Bu metinde Fuller’ın Gülen’e dair anlatısı, güvenilir görülen birçok cemiyet üyesinin anlatılarının tam tersi. Cemiyet üyeleri, Hizmet üyelerinin nasıl komplo kurduğunu, iktidarı devirmeyi planladığını ve Gülen’den gelen emirlere uyulduğunu söylüyor.

Şu anda tüm belirsizliklere rağmen, darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması yakın Orta Doğu tarihinin birkaç başarı hikayesinden biri olarak görülmelidir. Bu pozitif izlenimin Türkiye’deki baskıcı gelişmelerle silip silinmeyeceği ise henüz belli değil. Sonuçta olacağını, girişim sonrası oluşan siyasi bütünlüğün devam ettirilip ettirilememesi ve son aylarda şiddetin iyice yükseldiği, Kürt hareketi ile Ankara hükümetinin bir uzlaşma sağlayıp sağlanamaması belirleyecek. Dışarıdan bakanların ise sabırlı olmaları, Türk hükümetinin darbe girişimi sonrası karşılaştığı zorluklar ile insan hakları ve hukukun egemenliğinden taviz vermeden yüzleşme çabasına anlayış göstermeleri ayrıca önemli.